Türk milletinin savunma hattının son sınırı Misak-ı Milli’yle çizilmiştir.
Bilinmelidir ki, Misak-ı Milli ihlal edilemez bir egemenlik beyanıdır ve zaman aşımına tabi değildir.
Vatanımızı korumak, devletimizi müdafaa etmek, milli varlığımızı savunmak Anadolu topraklarına saplanıp kalarak yapılamaz.
Eğer böyle olursa kademe kademe vatanımızı kaybederiz.
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan bu şuur ve siyasetle ülkemize yönelmiş tehditleri kaynağında bertaraf etmek için muazzam bir mücadelenin içindedir ve kesinlikle yalnız değildir.
Kudüs güvende değilse, Gazze güvende değilse, Halep güvende değilse, Kerkük güvende değilse, soydaşlarımız ve din kardeşlerimiz güvende değilse, altını çizerek belirtiyorum ki, Ankara’nın güvenliğinden hiçbir akıl ve vicdan sahibi bahsedemeyecektir.
Bugün Gazze’de yaşanan felaketler bir insanlık suçudur.
Kadim devlet aklımız ve irademizle devrede olmazsak, siyasi ve diplomatik temaslarımızı askeri caydırıcılıkla desteklemezsek, günü geldiğinde Gazze’deki dramların bir benzerine, Allah muhafaza ama, Anadolu’da da mahkum olmamız kaçınılmazdır.
Bu düşüncemin muhatapları zeka özürlüsü işbirlikçiler değildir.
Bu düşüncemin muhatapları iç ihanet ve işgal cephesinde birleşen ciğeri beş para etmez soysuzlar hiç değildir.
21 Ekim 2023 akşamı sosyal medyadan yaptığım açıklamalar milletine, devletine, insanlık onuruna ve gelecek nesillere duymuş olduğum tartışılmaz sorumluluğun tanımı ve tavzihidir.
O günden bugüne destek mesajları kadar haksız eleştiriler de tarafımca takip edilmiştir.
Hatırlarsanız dediklerim şuydu:
“Milliyetçi Hareket Partisi olarak çağrımız şudur: Eğer bugünden itibaren 24 saat içinde ateşkes sağlanamazsa, saldırılar durmazsa, mazlumların üzerine bombalar bırakılmaya ısrarla devam ederse, milletimle açık açık paylaşıyorum ki, Türkiye süratle devreye girmeli, tarihi, insani ve inanç sorumluluğunun gereği her neyse yapmalıdır.
Gazze’yi koruma ve kollama misyonunu üstlenmek bize ecdadımızın mirasıdır.”
Bazıları şahsıma yönelik “önden siz buyurun” diye alaycı bir üslupla karalama kampanyasına alet oldular.
Hiç merak buyurmasınlar, bizim anlayış ve anılarımızda kimin arkadan geleceğine bakmadan önden gider şehit Önkuzular.
Devletim istesin, milletim destek versin, şartlar da öyle gerektirsin, şayet Gazze’deki çocuklara kol kanat germek, füzeye karşı sapan taşıyla insanlık mevziisine girmek için yola revan olmazsam namerdim.
Bu vatanın çocuklarını ateşe atmak istiyormuşuz.
Gazze’yi ecdad mirası olarak göremezmişiz.
Ne işimiz varmış Gazze’de.
İsrail-Filistin çatışması bizim meselemiz de değilmiş.
Bu ifade sahiplerinin hepsi birden vicdanen ve kalben yanmış ve küle dönmüş bir avuç çapulcudur.
Gazze’deki toplu katliamı ve soykırıma varan İsrail şiddetini idrak etmek için Filistinli olmaya gerek yoktur, birilerinin iddia ettiği gibi Arap olmaya gerek yoktur, hatta Müslüman olmaya da gerek yoktur, sadece insan olmak, insani değerleri savunmak kafidir.
Hastaneler bombalanıyor.
Okullar, camiler, kiliseler vuruluyor.
Ey vicdansız dünya, çocuklar Kelime-i Şehadet getirerek can veriyor.
Ey suskun insanlık, hayatta kalan Filistinli çocuklar sırayla kefenlenmiş cansız bedenler arasında anne ve babalarını ağlayarak arıyor ve araştırıyor.
Mazlumların ahı yüreklerimizi yakıyor.
ABD-İsrail işbirliğiyle hazırlanmış planlar Gazze’nin yutulmasına hizmet ediyor.
Gazzelilerin Sina Yarımadası’na, Batı Şeria’da yaşayanların da Ürdün’e sürülmesi için hazırlık yapılıyor.
Bugün Filistin, yarın tüm bölge ve nihayet Türkiye’nin kuşatılması amaçlanıyor.
Zulüm karşısında tarafsızlık namussuzluktur.
Biz çok şükür namussuz değiliz, tarafız, haklının, masumun, insan onurunun, tarih ve inanç bağlarımız olan kardeşlerimizin tarafıyız.
24 saat dolmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti insanlık nam ve hesabına, barış ve çözüm iklimini yeşertmek, garantörlük mekanizmasını kurmak adına her türlü müdahale ve mücadeleye hazır ve kararlı olmalıdır.
Bizde geri adım yoktur.
Birleşmiş Milletler etkisizdir.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Refah Sınır Kapısı’nda boy göstermekten başka bir şey yapamamıştır.
İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan umut yoktur.
“Gazze için Kahire Barış Zirvesi”nden bir sonuç çıkmamıştır.
İslam ülkeleri atıl ve aciz şekilde Gazze’nin bombalanmasını izlemektedir.
O halde Gazze’yi koruma ve kollama misyonu Türk milletinin üzerindedir.
Ya kalıcı barış ortamı sağlanarak iki devletli çözüm için taraflar masaya oturur ya da Gazze’nin imhasına Türkiye Cumhuriyeti her ihtimali dikkate alarak tepkisini üst düzeyde, en seri ve sert şekilde gösterir.
Bizim tavrımız, tutumumuz ve duruşumuz budur.
Gazze’ye gitmek gerekirse de, hiç kimse meraklanmasın, Mescid-i Aksa’nın manevi ihtişamıyla, Allah’ın inayetiyle aranılan ve beklenilen her yerde şafak sökmeden olmasını da gayet iyi biliriz.
Çocuklar ölmesin, bebekler ölmesin, kadınlar ölmesin, zalimler mahvolsun, caniler kahrolsun; huzur, barış ve istikrar derhal ve önşartsız çatışma bölgesine hakim olsun.
…
Genel Başkanımız Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma
Değerli Milletvekilleri
Muhterem Misafirler,
Basınımızın Mümtaz Temsilcileri,
Bu haftaki olağan Meclis Grup Toplantımızın başında hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.
Toplantımızı yurt içinden ve yurt dışından, televizyon ekranları, sosyal medya platformları, radyo kanalları vasıtasıyla takip eden tüm vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda hayat mücadelesi veren tüm kardeşlerimize en kalbi selamlarımı iletiyor şükranlarımı sunuyorum.
İnsan hayatında 100 yıl uzun bir müddet olmakla birlikte, devlet ve millet hayatında nispeten ve nihayetinde kısa sayılabilecek bir dönemdir.
Bizim düşüncemize göre; insan hadim, devlet kaim, millet hâkimdir.
İnsanı yaşat ki devlet yaşasın desturuyla, millet varlığını devletin hükmü şahsiyetiyle eklemleyen milli ve manevi fikir derinliği esasen bir madalyonun iki yüzü gibidir.
Devlet, milletin mehtabı; millet, devletin medarıdır.
Tıpkı zincir halkalarına benzer şekilde iç içe geçmiş tarihteki Türk devletlerinde, kabuk değişse bile yüzyılların kulvarında maşeri vicdanın refakatiyle taşınan öz değerler ve milli özlemler hiçbir zaman başkalaşma eğilim veya emaresi göstermemiştir.
Kurulan ile yıkılan Türk devletleri ayrı ayrı kaynaklardan değil, aynı milli kültürün göz kamaştıran ufkundan doğmuştur.
Devleti kuran millet aynı olduğu sürece, üzerinde yaşanılan coğrafyalar farklı farklı olsa da isim birdir, irade birdir, itibar birdir, istikbal birdir, bunların alayının icmali ve ilanı da tarihte Türk diye birleşmiş ve cihana tebliğ edilmiştir.
Türk tarihinde kopukluk veya kesinti hiç olmamış, hiç oluşmamıştır.
Bütüncül zaman telakkisi Türklüğün devlet ve millet anlayışını tarih boyunca kuşatmıştır.
Kurulan her Türk devleti bir öncekinin temelleri üzerinde yükselmiş ve çağına mühür vurmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihteki Türk devletlerinin kültürel mirasını, yönetim aklını, hükümranlık ahlakını, tecrübeyle biriken zengin anılarını bir yanda özümsemiş, diğer yanda varlığının kemer taşı yapmıştır.
Bilinmesini özellikle arzu ederim ki, Türkiye Cumhuriyeti ağaç kovuğundan çıkmamış, tesadüfen bulunmamış, telkin ve tembihle kurulmamıştır.
Türk milleti, İmparatorluk müktesebatının ikmal ve ilhamıyla donanmasını bilmişti.
Yıkılan İmparatorluğun kalıntıları arasında sıkışıp kalan varoluş cevherini ferasetiyle keşfetmeyi başarmıştı.
Bu suretle Cumhuriyet’i tercih ederek ruh köküyle buluşturmuştu.
Türkiye Cumhuriyeti; olağanüstü şartlarda, olağanüstü mücadeleyle, olağanüstü azim ve dirayetin rehberliğinde tarih sahnesindeki yerini almıştır.
1923 yılının 29 Ekim’inde, bir pazartesi günü saat 20.30’da Cumhuriyet 158 mebusun oyuyla kabul ve ilan edilmiş, sonuçta Türkiye Büyük Millet Meclisi muazzam bir heyecan dalgasıyla sallanmış, müteakiben bu heyecan sokaklara taşmıştı.
Dönemin mebusları “Yaşasın Cumhuriyet” sesleriyle adeta yeri göğü inletmişlerdi.
Nitekim Milli Mücadele Cumhuriyetle taçlanmıştı.
Izdırab, isyan, işgal ve ihanetlerle çembere alınmış zorlu seneler çok şükür geride kalmış, millet tam bağımsızlıktan başka diğer tüm zillet seçeneklere kapalı olduğunu beyan etmiş, Cumhuriyet’in müşahitliğiyle geçmiş geleceğin taze ümitleriyle kenetlenmiştir.
Çanakkale’den Trablus’a, Yemen’den Sina’ya, Galiçya’dan Filistin’e, Selanik’ten Bakü’ye, Sarıkamış’tan Sakarya’ya kadar pek çok cephede mücadele eden Türk milleti Cumhuriyetle birlikte yaralarını sarmak, düştüğü yerden tekrar ayağa kalkıp yükselmek için seferber olmuştu.
Cumhuriyet’in ilan edildiği gün Gazi Mustafa Kemal Atatürk de ilk Cumhurbaşkanımız olarak seçildi ve bu şerefli görevine hemen başladı.
Bu vesileyle yaptığı teşekkür konuşmasında demişti ki:
“Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak, hep birlikte ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır.”
Mustafa Kemal Paşa 1919’da, “Bizi öldürmek değil diri diri mezara sokmak istiyorlar. Uçurumun kenarındayız, son bir cüret belki bizi kurtarabilir”dedikten dört yıl sonra cesur cüretinin semeresini almıştı.
Onun Çankaya Köşkü’ndeki çalışma odasının duvarında Osman Gazi’nin kara kalem portresi asılıydı.
Bir Osmanlı Paşası Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi mevkiine fazilet ve fedakârlıklarıyla tırmanmıştı.
Milli Mücadele’yi başaran kahramanlar kuşağı Osmanlı İmparatorluğu’nun rahle-i tedrisinden geçmişlerdi.
Batan bir geminin iskelesine çıkıp kurtuluşun sahillerine nasıl ulaşacaklarını aşama aşama formüle etmişlerdi.
Yani diyeceğim odur ki, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun ötesi, ötekisi, reddiyesi, karşı cephesi, anti tezi değil, tamı tamamına aynı kaynaktan beslenip, birbirini tamamlayan iki Türk devletidir.
Bu hakikat anlaşılmadan tarihi kucaklaşma biliniz ki hayaldir.
Fes giyip mukadderat ve mukaddesat savunması yapanlarla kalpak giyip Milli Mücadele’yi gerçekleştirenler hiç şüpheniz olmasın ki bir ve aynıdır.
Kutuplaşmayı tarihimize teşmil etme arayış ve amacında olanlar, Türk milletine yapılabilecek en vahim kötülüğü reva gören muhteris ve münafık güruhtur.
Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı İmparatorluğu arasına çomak sokmak, duvar örmek, bariyer dikmek için fırsat kollayanlar unutmayınız ki, içimize yuvalanmış gâvur tortularıdır.
Biz bu tortuları Allah’ın izniyle yeni yüzyılın sunduğu imkanlar dahilinde birer birer söküp atacağız.
Ay yıldızlı al bayrak ne kadar bizimse üç hilal de o kadar bizimdir, kıyamete kadar da bu gerçek asla değişmeyecek, değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Değerli Milletvekilleri,
Bu hafta sonu Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’üncü yıl dönümünü coşkuyla, hak edilmiş bir iftiharla, bir asrın birikim ve hatıralarıyla, kuşkusuz milletçe beraber kutlayacağız.
Cumhuriyet demek, cumhurun bizatihi kaderine ve geleceğine egemen vasfıyla sahip çıkması demektir.
Aziz Atatürk’e göre, “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.”
Cumhuriyet’in en müessir ve müyesser niteliği doğrudan doğruya millet egemenliğine dayanması, demokrasiyi sistem olarak benimsemesidir.
Elbette her demokratik rejim Cumhuriyet değildir.
Ancak demokrasinin münhasıran gelişmiş şekli, mütemadi hüviyeti Cumhuriyetle sağlanmaktadır.
Milli istiklali hayat meselesi gören Atatürk’e göre, “Demokrasi prensibinin en asrî ve mantıkî tatbikini temin eden hükümet şekli Cumhuriyettir”
14 Ekim 1925’te İzmir’de yaptığı konuşmasında da, Cumhuriyetin milletin kendi istek ve arzusu ile oluştuğunu belirtmiş ve cumhuriyetin ilanı sayesinde hükümet ile millet arasında ayrılık kalmadığını dile getirmiş ve şunları söylemiştir:
“Artık hükümet ile millet arasında ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir, millet hükümettir.”
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle aziz Atatürk’ün bu tarihi değerlendirmesi pekişmekle kalmamış, asıl mana ve muhtevasını bulmuştur.
29 Ekim 1923’ün ilke ve esaslarıyla, müteyakkız ruh ve felsefesi Cumhur ile Cumhuriyeti ayrılmamak üzere kucaklaştıran Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yol haritasını çizmiş, ana fikrini teşkil etmiştir.
Cumhuriyet, devletin şekil ve biçimi olduğu kadar uygulanan siyasî rejimin de adıdır.
Buradan hareketle, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle rejimin değiştiğini iddia ve ifade edenler şayet cehaletlerinin kurbanı değillerse kesinlikle su katılmamış yalancılar korosu ve müfteriler koalisyonudur.
Hükümet sistemi başka rejim başkadır.
29 Ekim 1923 tarihinde rejimin adı konulmuş ve mevzu bir daha açılmamak üzere kapatılmıştır.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle de yönetim hayatımızdaki boşluk dolmuş, cumhurun müdahalesi sonucunda önce hasar tespiti, sonra da kalıcı bir reform yapılarak Türkiye Cumhuriyeti üçüncü evresiyle birlikte oluşan demokratik pistten kalkışa geçmiştir.
100 yıl öne atılan kutlu adımın dayanağı cumhurdur.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin inşa ve ihyası da hürriyet ve bağımsızlık sevdalısı cumhurun marifetiyle sağlanmıştır.
Nasıl ki, Cumhuriyet’ten dönüş yoksa, hatırlatırım ki, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden de dönüş veya sapış olmayacaktır.
Millet kararını kesinkes vermiştir.
Milletin üstünde dünyevi bir güç veya kudret yoktur.
Demokrasiyi ağızlarından düşürmeyen gedikli bozguncuların, yeri geldi mi halkçılık kisvesine bürünen tescilli halk kaçkınlarının milletimizin tercih ve seçimine tahammülsüzlük göstermeleri en hafif tabirle maskeli despotluktur.
Cumhuriyet, hürriyet ve bağımsızlığın teminatıdır.
Hürriyet ve bağımsızlık aynı şekilde aziz Atatürk’ün de karakteridir, Milli Mücadele’yi muvaffakiyetle sonuçlandıran Türk milletinin can damarıdır.
Bu damarı kesmek isteyen dahili ve harici alçakların sonu dün olduğu gibi bugün de, yarın da hüsrandır, hezimettir, makus emellerinden dolayı ödeyecekleri bedel ise çok ağır olacaktır.
Cumhuriyet, halkın hükümetidir ve aynısıyla demokrasinin köklü bir tecellisidir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bu gerçeği kavrayarak Cumhuriyet’in emanetlerini çok güçlü biçimde güncellemiş ve geleceğin Türk ve Türkiye Yüzyılına taşıyacak stratejik ve siyasi fırsatları sunmuştur.
Eğer Atatürk bugün yaşamış olsaydı, devletimizin geçirdiği badireleri dikkate alarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yılmaz ve yıkılmaz bir müdafaacısı olurdu.
Cumhuriyet’i ilan eden kurucu kahramanlar her zaman, her şart altında milletin hakimiyet ve iradesine bağlı kalmışlardı.
Onlar çeteci değildi.
Onlar hukuk tanımaz değildi.
Onlar plansız, programsız ve strateji yoksunu hiç değildi.
Cumhuriyet fikri bir anda, gelişigüzel, keyfe keder ortaya çıkmış da değildi.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan Sadarete gönderdiği 22 Mayıs 1919 tarihli raporunda bakınız ne demişti:
‘Millet, milli hâkimiyet esasını ve Türk Milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunun için çalışacaktır.”
Milli Mücadele’nin düşünce gücü Türk milliyetçiliğidir.
Vatanı kurtaran, devleti kuran irade Türk milliyetçiliğidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş harcı, istiklal ve istikbalin kutup başı bilinmelidir ki, Türk milliyetçiliğidir.
Türk milli varlığı ve kimliği üzerinden geliştirilen milliyetçilik aynı zamanda demokratik bir halk hareketidir.
Büyük düşünürümüz merhum Ziya Gökalp’in “milleti anlayabilmek ve keşfedebilmek için halka gitmek gerekir” dediği nokta burasıdır.
Milliyetçi hareketleri dikkatle incelediğimizde, önce millî kültürü güçlendirme gayesinin ön planda olduğu fark edilecektir.
Ardından buna müzahir siyasi ve kültür birliği vasıtasıyla modern bir cemiyet hâline gelme amaç ve arayışının somutlaştığı görülecektir.
Türkiye Cumhuriyeti Türk milli kültürü üzerinden yükselmiştir.
Türk millî kültürünü dış mihraklar karşısında bir varlık olarak ortaya çıkarmak ve geliştirmek demek evvela halka yönelmek ve halkın dünden bugüne intikal eden kültür mirasına sahip çıkmak demektir.
Merhum Hocamız Prof.Dr. Erol Güngör’ün siyasi ve fikri mücadelemize tatbik ettiğimiz şu sözü hem değerli, hem de aynısıyla geçerlidir:
“Hakikatte milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayalı bir siyasi hareket olarak da otoriter idare sistemlerini reddetmektedir.”
Milleti bir bütün olarak tarihi süreçte oluşmuş bir insan topluluğu olarak ele alınması kucaklayıcı bir milliyetçiliğe hem alan açmış hem de imkân vermiştir.
Bizim de bakışımız budur.
Milletin yaşayan hâli halktır.
Bu halk millî iradenin ve millî kültürün yeganetarafı, temincisi ve temsilcisidir.
Demokrasinin en önemli dayanak noktası olan halk, milliyetçilik için de aynı maksat ve mahiyete haizdir.
Milliyetçilik her şeyden önce bir halkçılık meselesidir.
Halk, siyasi iktidarın millî hâkimiyete dayalı olması tezinin taşıyıcı unsurudur.
Millet adına millî iradeyi ve millî kültürü temsil etmektedir.
Bu somut gerçekler Cumhuriyet’in kuruluşunda da ziyadesiyle hakim ve havidir.
Halkın yönetimi olan Cumhuriyet’in koruyucu zırhı Türk milliyetçiliği olmakla birlikte, aynı zamanda kardeşliğin, milli birlik ve dayanışma hissiyatının mahsulü olan Türk asırlarının fazilet ve feyzidir.
21-22 Haziran 1919 tarihinde yayımlanan Amasya Genelgesi’nin üçüncü maddesinde, “Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” beyanı asıl gayenin Cumhuriyet olduğunu ihsas ve ima etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’da bulunduğu dönemde, Mazhar Müfit Kansu hükümet şekli ne olacak diye sorunca şu cevabı almıştır:
“Açıkça söyleyeyim; şekli hükümet vakti gelince Cumhuriyet olacaktır.”
Mustafa Kemal Paşa’nın gençlik yıllarından beri aklının muhkem köşesinde Cumhuriyet fikri vakidir, varittir.
Erzurum Kongresi’nde alınan kararların üçüncü maddesinde ifade bulan; “Kuvayı Milliye’yi amil ve iradeyi milliyeyi hakim kılmak esastır” beyanı Cumhuriyet’in işaret fişeği değilse acaba nedir?
Kaldı ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı esasen milli hakimiyete dayanan bir devletin resmiyete geçmemiş kuruluş hamlesi, Cumhuriyet’in de ilk etabıdır.
Demokrasi ve milletin egemenliği için asıl dönüm noktası Millî İstiklal Savaşı başlatmak için Ankara’da TBMM’nin açılmasıdır.
Mustafa Kemal Paşa ve ülkü arkadaşları kongre süreçlerini takiben ilk iş olarak, meşruiyet zemini oluşturabilmek maksadıyla 23 Nisan 1920 tarihinde Millet Meclisi kurmuşlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk harcını karmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde müderrislik, nazırlık ve ayan üyeliği yapan Abdurrahman Şeref Bey diyordu ki:
“Hakimiyet-i milliye kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorsanız sonuç Cumhuriyet demektir.”
1923’ün geleceği ta 1910’lu yıllardan bellidir.
Atatürk’ün, ağyarını mani efradını cami şekilde söylediği üzere; “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.”
Türkiye Cumhuriyeti 100’üncü yıl dönümünde çok daha güçlü, çok daha muktedir, çok daha gelişmiştir.
Geçmişin izinden yürüye yürüye bugünün ve geleceğin parlak günlerine mutlaka ulaşılacaktır.
1923’te nüfusumuz 13 milyondu, bugün 85 milyondur.
1923’te çalışma hayatında yer alan her on kişiden dokuzu tarımda istihdam ediliyordu, bugün bu tablo tersine dönmüştür.
1923’te 31 bin 388 emekli vardı, bugün sayı 16 milyona dayanmıştır.
1923’te cari fiyatlarla gayri safi yurt içi hasıla 964 milyon Türk lirası iken, bugün bu rakam 10 trilyon Türk lirasının üzerine çıkmıştır.
1923’te kişi başına düşen gelirimiz 45 dolar, bugün 10 bin 659 dolardır.
1923 yılında 50,8 milyon dolar ihracat yapılıyorken, bugün 255 milyar dolara yaklaşılmıştır.
1923’te neredeyse traktör yoktu, bugün 1,5 milyonu aşmıştır.
Bu mukayeseleri elbette uzatmak mümkün ve muhtemeldir.
Fakat var oluş yok oluş mesabesinde bir kurtuluş savaşını kazanan, canını dişine takan, kuru ekmekle öğün geçiren o dönemin aziz millet varlığı ve Milli Mücadele kahramanları sayesinde bugünkü gelişmişlik mertebesine vasıl olunmuştur.
Dün olmasaydı bugün hiç olmazdı.
Samsun’a çıkılmasaydı, Ankara’da tutunamazdık.
Düşman kovulmasaydı vatan topraklarında yaşayamazdık.
Nefes alıyorsak bunun şeref payesi; şehitlerimizin, gazilerimizin, Milli Mücadele kahramanlarının ve büyük Türk milletinindir.
Aziz Atatürk ve arkadaşları ayağa kalkmasaydı, ezan sesi yerine çan sesleri duyulur; Mehmet, Ahmet, Hasan, Ayşe isimlerinin yerine, John, Hans ve Elizabeth isimleri bu coğrafya pranga vururdu.
Cenab-ı Allah istiklalimizin koçbaşlarından bir değil, bin defa razı olsun.
Ne desek az, ne söylesek nafiledir.
Nice 100 yıllara tam bağımsız şekilde ulaşmak niyazımdır.
Merhum Hüseyin Nihal Atsız “Kahramanlık” şiirinde ne güzel de söylemiştir:
Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektedir.
Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından,
Koşar adım gitmeli onların arkasından,
Kahramanlık; içerek acı ölüm tasından,
İleriye atılmak ve sonra dönmemektedir.
Geri dönmeyi düşünmeyen Milli Mücadele kahramanlarının aziz hatıraları önünde tazimle eğiliyorum.
Sınırsız bağlılık, vazgeçilmez yemin, hiç bitmeyecek azimle büyük Türk milletinin Cumhuriyet Bayramı’nı bugünden kutluyorum.
Cumhuriyet’in 100’üncü yıl dönümü hayırlı olsun diyorum.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, istiklalimizin onurunu yedi düvelin alnına kanlarıyla kazıyan şehitlerimize, Milli Mücadele’nin tüm neferlerine, muhterem ecdadımıza Allah’tan rahmetler diliyorum.
Huzurlu millet, güçlü devlet, onurlu gelecek mutlaka cumhurla gerçekleşecek, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayıp yaşatılacaktır.
Cumhursuz Cumhuriyet, Türk’süz millet, parçalı devlet düşleyenlerin, şahadet pınarından kana kana içmeye hazır bir şuur karşısında mahvı perişan olmaktan başka da şansları olmayacaktır.
Yaşasın Türk milleti.
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti.
Muhterem Arkadaşlarım,
Merhum Namık Kemal hem şair hem de düşünür olarak 19’uncu yüzyılda jeopolitik kavrayış ve sezgisi güçlü bir vatan sevdalısıydı.
İstanbul’un güvenliğini Belgrat’ın güvenliğinde görüyordu.
Şayet Belgrat kaybedilirse mutlaka İstanbul’un işgal ve esarete uğrayacağından bahsetmişti.
Tarihi gelişmeler onu haklı çıkardı.
Belgrat’ın resmen elimizden kayıp gitmesine neden olan Berlin Antlaşması’ndan 42 yıl sonra İstanbul işgal edildi.
Günübirlik düşünmek, devlet aklını köreltmek, hamasetle günü kurtarmak, hadiselerin akışına göre politika değiştirmek herkesin dikkatini çekiyorum ki, bölgesel tehdit ve tehlikeleri eninde sonunda vatan topraklarına taşıyacaktır.
13 Kasım 2009 tarihinde Meclis Genel Kurulu’nda yapmış olduğum bir konuşmayla tarihe not düşmüş ve şu açıklamaları yapmıştım:
“Adı üstünde, jeo-politik, üzerinde yaşanılan coğrafyanın yöneticilerine yüklediği yönetim sorumluluğunu ve vizyonunu tanımlar.
Yüksek siyaset, kaynağını ve duruşunu coğrafyadan alır.
Her coğrafyanın doğal ve zorunlu bir politikası vardır.
Anadolu üzerinde yaşıyor olmanın da bir jeopolitiği vardır ve bin yıldır değişmemiştir.
Coğrafya aynı duruyorken (ki öyledir); on asırdır bu topraklardan yükselen politik dinamikleri değiştirirseniz, buradan hepinizi uyarıyorum ki coğrafyayı mutlaka kaybedersiniz.
Ve size başka başkentlerin jeopolitiğinden doğmuş yeni coğrafyalar dayatılırken, onun da politiğini öngöremezseniz ve anayurt politiği ile eklemleyemezseniz, ortaya kesinlikle dağılma ve yıkılış çıkacaktır.
Bugün karşımızdaki tehlike de budur.
Bu kaçınılmaz akıbeti değiştirecek bir tek olumlu örneğe tarih henüz şahitlik etmemiştir.
İnsanlığın geçmişi, tarihin çöplüğü bunu öngörememiş yöneticilerin ve devletlerin enkazı ile doludur.
Coğrafyamız tartışılırsa milletimiz; milletimiz tartışılırsa devletimiz; devletimiz tartışılarsa bayrağımız; bayrağımız tartışılırsa varlığımız ortadan kalkacaktır.
Bunlar ne fantezi bir düşünce, ne bir vehim, ne bir sendrom, ne bir paranoyadır.
Binlerce yıllık insanlık tarihinin, yüzlerce yıllık milletler mücadelesinin, millet olmanın inceliklerine nüfuz edebilmiş bir yüksek fikriyatın, derin duyuşun ve milli tarihe vakıf olmanın eseri ve sonucudur.
Bunlar benim şahsi fikrim değil, bin yıllık millet varlığının bu topraklarda tutunmak için, kanla, gözyaşıyla, çileyle bugüne aktardığı stratejik miras ve emanetlerdir.”
O günkü düşüncelerim aynısıyla böyleydi.
Hiç kimsenin tereddüdü olmasın ki, 14 yıl evvelinden ne söylemişsem arkasındayım ve altındaki imzama da sahip çıkacak ahlaki tutarlılığı sonuna kadar gösteririm.
Atını keçeyle nallayan ahmaklar bizim duruşumuzu elbet anlayamaz.
Böyle bir beklenti içinde olmadığımızı da paylaşmak isterim.
Devlet aklı günlük meşgaleyle değil önümüzdeki yüzyılı okuyan stratejik basiretle tezahür etmektedir.
Kısır çekişmelerin, bayağı ezberlerin, söz ve siyasi cepheleşmelerin devlet yönetimine yön vermesi diye bir şey olamaz.
Ufuk ötesindeki ufku görebildiğimiz sürece, tehlikelerin ardında yeşeren nevzuhur tehlikeleri tarih şuuruyla okuyabildiğimiz taktirde milli güç kaynaklarını ülkemizin ve milletimizin bekası için devamlı tetikte ve zinde tutabiliriz.
Milli Mücadele kahramanlarının askeri, siyasi ve diplomatik mücadelelerinin merkezinde Misak-ı Milli’nin zamanlar üstü hükümleri vardır.
Türk milletinin savunma hattının son sınırı Misak-ı Milli’yle çizilmiştir.
Bilinmelidir ki, Misak-ı Milli ihlal edilemez bir egemenlik beyanıdır ve zaman aşımına tabi değildir.
Vatanımızı korumak, devletimizi müdafaa etmek, milli varlığımızı savunmak Anadolu topraklarına saplanıp kalarak yapılamaz.
Eğer böyle olursa kademe kademe vatanımızı kaybederiz.
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan bu şuur ve siyasetle ülkemize yönelmiş tehditleri kaynağında bertaraf etmek için muazzam bir mücadelenin içindedir ve kesinlikle yalnız değildir.
Kudüs güvende değilse, Gazze güvende değilse, Halep güvende değilse, Kerkük güvende değilse, soydaşlarımız ve din kardeşlerimiz güvende değilse, altını çizerek belirtiyorum ki, Ankara’nın güvenliğinden hiçbir akıl ve vicdan sahibi bahsedemeyecektir.
Bugün Gazze’de yaşanan felaketler bir insanlık suçudur.
Kadim devlet aklımız ve irademizle devrede olmazsak, siyasi ve diplomatik temaslarımızı askeri caydırıcılıkla desteklemezsek, günü geldiğinde Gazze’deki dramların bir benzerine, Allah muhafaza ama, Anadolu’da da mahkum olmamız kaçınılmazdır.
Bu düşüncemin muhatapları zeka özürlüsü işbirlikçiler değildir.
Bu düşüncemin muhatapları iç ihanet ve işgal cephesinde birleşen ciğeri beş para etmez soysuzlar hiç değildir.
21 Ekim 2023 akşamı sosyal medyadan yaptığım açıklamalar milletine, devletine, insanlık onuruna ve gelecek nesillere duymuş olduğum tartışılmaz sorumluluğun tanımı ve tavzihidir.
O günden bugüne destek mesajları kadar haksız eleştiriler de tarafımca takip edilmiştir.
Hatırlarsanız dediklerim şuydu:
“Milliyetçi Hareket Partisi olarak çağrımız şudur: Eğer bugünden itibaren 24 saat içinde ateşkes sağlanamazsa, saldırılar durmazsa, mazlumların üzerine bombalar bırakılmaya ısrarla devam ederse, milletimle açık açık paylaşıyorum ki, Türkiye süratle devreye girmeli, tarihi, insani ve inanç sorumluluğunun gereği her neyse yapmalıdır.
Gazze’yi koruma ve kollama misyonunuüstlenmek bize ecdadımızın mirasıdır.”
Bazıları şahsıma yönelik “önden siz buyurun” diye alaycı bir üslupla karalama kampanyasına alet oldular.
Hiç merak buyurmasınlar, bizim anlayış ve anılarımızda kimin arkadan geleceğine bakmadan önden gider şehit Önkuzular.
Devletim istesin, milletim destek versin, şartlar da öyle gerektirsin, şayet Gazze’deki çocuklara kol kanat germek, füzeye karşı sapan taşıyla insanlık mevziisine girmek için yola revan olmazsam namerdim.
Bu vatanın çocuklarını ateşe atmak istiyormuşuz.
Gazze’yi ecdad mirası olarak göremezmişiz.
Ne işimiz varmış Gazze’de.
İsrail-Filistin çatışması bizim meselemiz de değilmiş.
Bu ifade sahiplerinin hepsi birden vicdanen ve kalben yanmış ve küle dönmüş bir avuç çapulcudur.
Gazze’deki toplu katliamı ve soykırıma varan İsrail şiddetini idrak etmek için Filistinli olmaya gerek yoktur, birilerinin iddia ettiği gibi Arap olmaya gerek yoktur, hatta Müslüman olmaya da gerek yoktur, sadece insan olmak, insani değerleri savunmak kafidir.
Hastaneler bombalanıyor.
Okullar, camiler, kiliseler vuruluyor.
Ey vicdansız dünya, çocuklar Kelime-i Şehadet getirerek can veriyor.
Ey suskun insanlık, hayatta kalan Filistinli çocuklar sırayla kefenlenmiş cansız bedenler arasında anne ve babalarını ağlayarak arıyor ve araştırıyor.
Mazlumların ahı yüreklerimizi yakıyor.
ABD-İsrail işbirliğiyle hazırlanmış planlar Gazze’nin yutulmasına hizmet ediyor.
Gazzelilerin Sina Yarımadası’na, Batı Şeria’da yaşayanların da Ürdün’e sürülmesi için hazırlık yapılıyor.
Bugün Filistin, yarın tüm bölge ve nihayet Türkiye’nin kuşatılması amaçlanıyor.
Zulüm karşısında tarafsızlık namussuzluktur.
Biz çok şükür namussuz değiliz, tarafız, haklının, masumun, insan onurunun, tarih ve inanç bağlarımız olan kardeşlerimizin tarafıyız.
24 saat dolmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti insanlık nam ve hesabına, barış ve çözüm iklimini yeşertmek, garantörlük mekanizmasını kurmak adına her türlü müdahale ve mücadeleye hazır ve kararlı olmalıdır.
Bizde geri adım yoktur.
Birleşmiş Milletler etkisizdir.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Refah Sınır Kapısı’nda boy göstermekten başka bir şey yapamamıştır.
İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan umut yoktur.
“Gazze için Kahire Barış Zirvesi”nden bir sonuç çıkmamıştır.
İslam ülkeleri atıl ve aciz şekilde Gazze’nin bombalanmasını izlemektedir.
O halde Gazze’yi koruma ve kollama misyonuTürk milletinin üzerindedir.
Ya kalıcı barış ortamı sağlanarak iki devletli çözüm için taraflar masaya oturur ya da Gazze’nin imhasına Türkiye Cumhuriyeti her ihtimali dikkate alarak tepkisini üst düzeyde, en seri ve sert şekilde gösterir.
Bizim tavrımız, tutumumuz ve duruşumuz budur.
Gazze’ye gitmek gerekirse de, hiç kimse meraklanmasın, Mescid-i Aksa’nın manevi ihtişamıyla, Allah’ın inayetiyle aranılan ve beklenilen her yerde şafak sökmeden olmasını da gayet iyi biliriz.
Çocuklar ölmesin, bebekler ölmesin, kadınlar ölmesin, zalimler mahvolsun, caniler kahrolsun; huzur, barış ve istikrar derhal ve önşartsız çatışma bölgesine hakim olsun.
Bu duygu ve düşüncelerle sözlerime son verirken muhterem heyetinizi saygılarımla selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum.
Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.
Bir yanıt bırakın